HEP KENDİ ATTIĞIM TAŞ TUTTU BENİ
İnsan olarak, sınırsız uyaranla her an yeni bir bütünlükte, sonsuzluk yolculuğumuza devam ediyoruz. Kendimizi, yolumuzu ve yolculuğumuzu fark edebildiğimiz kavşaklarda, uyaranları bilgi eleği ile yakalayıp tanımlamalar yaparak yönümüzü belirliyoruz. Iskaladığımız uyaranların güzelliğinden mahrum olmamak ve tanımlarımızın eksikliğinin esaretini yaşamamak için; tanım ve kabullerimize esas aldığımız hedefimizi, olabilecek en yüce anlama bağlamalıyız. Bu bağ ise hedefe kilitleyen yönelişimiz, niyetimizdir. Gerçeğimizi, niyet ve hedefimiz biçimlendirir. Hiç bir şey bizim ona yüklediğimizin ötesinde bir gerçekliğe sahip olamaz. Niyet, yöneliş, hedef ve algımız kendi gerçeğimizi belirleyecek ve dahası gerçeğimiz olacaktır. Hiç kimse niyeti, yönelişi, hedefi ve algısı ötesinde bir gerçek aramasın ve gelecekte de öylesine bir gerçeği vehmedip ummasın.
Kendini sorgulayıp, olaylar içinden ibretle süzülen her şuurlu varlık, Mutlak Gerçeğin, izafî-nisbî-arızî her bir varlıktaki kırılmasının böyle olduğunu kesin bir bilgi hâlinde idrak edecektir. Bu gerçek, insanın özüne ölçülemez bir enginlikte ufuk, bitimsiz gönül zenginliği, özgürlük ve aynı zamanda sorumluluk aşılar. Öyle ya, madem ki yargısı, kendi yüklediği anlama bağlıdır, o hâlde insanın olumsuz ve mutsuz sonuçlar çıkarıp şikâyet etmeğe de hakkı olamaz. Şikâyet eden kendinden kaçmış, kendini inkâr etmiş olur. Dahası şikâyet ve isyan eden varlıktan yansıyacak olanların da olumsuz, incitici, bunaltıp daraltıcı olmasıdır ki; kısır bir döngüde kişiyi cehenneme mahkûm eder ve hatta kendini gerçekleştiren kehanetlerle haklı olduğu zehabına bile kapılmaya yol açabilir. Aslında yönelişi, kendine dönmüştür. Hicivle güldürüyü bütünleştirip iç içe bir güzellikte sunan taşlama ustası şair Rasim Köroğlu ne güzel taşlamış:
Sanmayın ki felek hoş tuttu beni,
Ne doldurdu ne de boş tuttu beni,
Düşmanın attığı değmeden geçti,
Hep kendi attığım taş tuttu beni.
Hâlbuki; "anlam" taşıyıcısının bizzat kendisi olduğunu ve yüklediği her “anlamın” gerçeğini yaşayıp sonuçlarını üstleneceğini bilen bir selim varlık, her algısını güzel, mutlu ve kutlu eyleyip; güzel, mutlu ve kutlu olanı yansıtacaktır. Hani bizim kültürümüzde Gül Medeniyeti olarak yerine ve hedefine oturmuş üstün insanlık idealinde, Yunusların, Mevlânaların, Itrîlerin dillendirdiği incelikler dünyasında gerçeğini bulduğu gibi: artık, hep gül alınıp gül verilecektir. Darası olmayan ve özellikle gazellerinde son derece başarılı olan Som Şair İbrahim Sağır ne güzel özetlemiş:
Dost bağında dolanır, gönlümüz, efkârımız,
Dost elinden gül alıp gül satmaktır kârımız.
Kim ne der desin, inancı, dünya ve ahlâk görüşü ne olur olsun her kabulün derinindeki gerçek budur. İnsan sonsuz güzelliklere erişmeye aday bir konumda ve imkânda olup, Mutlak Gerçeğin Birlik sisteminde, hikmet ve estetikle hüküm süren İrade, mutlak bir merhametle her insana bu krediyi kendi niyeti ve algısıyla bahşetmiştir. İnsan olduğunu bütün varlığında hisseden bir bilinç için ne büyük, ne yüce, ne bitimsiz bir lütuftur. Bunu gören değerlerimizden Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın şu inci mücevheri, kulağımıza kutlu ve muştulu bir küpe olmalı:
Hak şerleri hayreyler,
Zannetme ki gayreyler,
Arif anı seyreyler,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler .
…
Hiç kimseye hor bakma,
İncitme, gönül yıkma,
Sen nefsine yan çıkma,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.
Rahmetli Can Yücel’de “Her Şey Sende Gizli” şiirinde, aynı gerçeği bir başka güzellikte dile dökerek, varoluş sırrının anahtarını ele verircesine:
…
Sevdiklerin kadar iyisin,
Nefret ettiklerin kadar kötü…
…
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın.
…
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin.
İşte budur hayat!
…
SEVDİĞİN
KADAR
SEVİLİRSİN…
diyerek, hayatın anlamını ve insanlığın temel ölçüsünü yüreğimize işliyor.
Sınırsız bir kozmik ağa, bir şekilde ve bir yerden bağlı olan insanın, kendi dışındaki sınırsızlığa saygı da bu anlayışı zorunlu kılar. Bu gerçeği “Bileşik kap” olarak belirten ve şiirlerinde, Yunus’un, Karacaoğlan’ın ve Hayyam’ın soluğunu harmanlanmış bir şekilde duyumsadığımız saygıdeğer şairimiz Fikret Sezgin, deryaları barındıran şu iki güzel dörtlüğünde, gönlümüz ve insanlığımızın şaşırtmayan ayarını vererek bu algı düzeyine erme yolunu da göstermiş:
BİR BİLEŞİK KAPTAYIZ
Ha bir eksik, ha tamam bütünleyen farktayız
Gurbet düşüncesi yok, bir karış topraktayız
Ha gül olmuş, ha diken aynı dalın üstünde
Bu güzelim dünyada, bir bileşik kaptayız.
ÇAMUR SEVSE GÜL OLUR
Sevgi bulut bulut,yüceliş önce
Sonra bir yağmura dönüş,sevince
Ve çamur olmaya katlanış belki
Toprağın koynunda gülü görünce.
Her şey, her şeyle mutlaka bir ilgi içindedir. Hiç bir şey, hiç bir şeyden tam anlamıyla kopuk değildir. O nedenle gönülden gönüle yol vardır demişler atalarımız. Bakınız, Şarkışla’lı Fevzi Efendi, bu gerçeği ne güzel ifade etmiş:
Tut atalar sözün kalbi selim ol
Gönülden gönüle yol var demişler
Bırak yavuzluğu tab-ı halim ol
Keskin sirke kaba zarar demişler.
Geçici dünya hayatında, insanı en azamî değere, zenginliğe, güzelliğe, ruhsal güce ve donanıma eriştirecek olan yol, yöntem bu anlayış içindedir. Bu anlayışın, dünyanın herhangi bir yerindeki hiç bir varlık için, hiç bir riski de yoktur. İnsanlık, en emin ve en kalıcı bir şekilde bu anlayışla, hayata taşınıp yaşanabilir.Böylesine bir anlayış edinen insan, her saniyesini hikmet ve estetik disiplinin gayret ve zindeliği ile dolu gönül işler ve hep değer üreterek hayatı zenginleştirir. Kendisi ve çevresi için, hiç bir maraz barındırmaz. Hatta, oluşmuş marazlar bile onun gönül değirmeninde güzele döndürülür. Taş atılsa, gül olarak geri döner. Bu anlayış, realiteden uzak düşmek demek değildir. Aksine, realiteyi güzele döndüren kalıcı bir imar iradesidir. Bu noktada profesyonellik üzerinde durmak, ifade etmeğe çalıştığımız anlayışı daha da aydınlatacaktır. Lâkin, bu başka bir yazı konusu olabilir. Ancak, şimdilik şu kadarını söylemekle yetinmek istiyorum ki, toplum olarak en çok muhtaç olduğumuz üslûp güzelliklerinden biri: profesyonelliktir. İşin manidar yönü: profesyonellikte mükemmellik, sunmaya çalıştığımız anlayıştaki seviyeye bağlıdır. Bu bağlamda sanatın rolü ve dönüştüren gücü göz ardı edilmemelidir. Bu cümleden, gerçek bir aydın ve şair Mustafa Kemal Yılmaz ne güzel öğüt veriyor:
Var sen oğul, sanat’a var,
Yarı yolda kor öteki dostlar.
…
Sanatın kandili bitmez,
Gitti sandıkların sanma, gitmez
Ol nurdan tadanları gömmeye
Bin dünya toprağı yetmez.
Ahlâk-ı beşeri tasfiye eden bir ilm-i şerif diye de tarif edilen musiki hakkında ise Erzurumlu İbrahim Hakkı bir dörtlüğünde şöyle demektedir:
Musiki, hikmete dair ferdir,
Bilene, bilmeyene rûşendir.
Nice esrarı var idrak edilecek,
Yer gelir sineleri çak edecek.
Yansıttığımızın hep gül olması,atmaya yeltenilen her taşın mutlaka geri döneceğinin bilincine varabilmemiz dileğiyle Karacaoğlan’ın nasihatine kulak kesilerek yazımızı bitirmek istiyorum:
Arif ol mecliste kelamı dinle,
El iki söylerse, sen birin söyle,
Elinden geldikçe iyilik eyle,
Hatıra dokunup yıkıcı olma.
Mehmet FINDIK