Dost Deyince Gönül Telimizi Titreten,
Güzel İnsan Çiçeği Rasim Köroğlu’ nun Ardından…
O'nu ilk
kez 2003 yılı sonlarına doğru,“antoloji.com” sitesinde Mustafa Ceylan hocanın
kurduğu “Antalya Güllük” grubundaki hece şiirleri ve atışmalarıyla tanıdım. Bu
paylaşımların üzerimde bıraktığı etkiyle sitedeki kişisel sayfasına yönelip,
yazdıklarını okumaya başladım. İçlerinde bir şiiri vardı ki, beni can evimden
vurmuştu. Rahmetli eşine yazdığı duygu yüklü mısraları hakikaten de yürek
yakıcıydı. Beni gözyaşlarına boğan bir iki şiirine yorum yazarak, sessizce
geldiğim sayfasından yine sessizce ayrıldım. Tanıma derecem bu kadarla
sınırlıydı. Bu yorumların üstat tarafından ciddiye alınacağını ve bana bir
şekilde döneceğini elbette ki bilemezdim.
2004’ de,
yine Ceylan hocanın kurduğu “Radyo Güllük ” adlı internet radyosunda yollarımız
kesişti. Radyonun dinleyici istek panosu üzerinden (Ceylan hoca, Harun Yiğit,
Sabit İnce, Rasim Köroğlu, Ozan İrşadi, rahmetli Ramazan Kurt, Âşık Kazanoğlu
gibi dostlarla) irticalen yapılan atışmalar göz ardı edilecek gibi değildi.
Üstadın o panodan yansıyan duruşu son derece dost canlısı, seviyeli ve doğaldı.
Tabii, bu atışmalara katılamıyordum ancak, radyo panosundan yayındaki
arkadaşlarımıza ve dinleyici dostlarımıza hitaben yazdığım kısa ama özlü
söylemlerle eşlik ediyordum.
Bir gün
üstat, Ceylan hocaya şunları söylemiş: “Mustafa, bu Refika Hanım kimdir,
edebiyat öğretmeni mi? Yazdıkları ve üslubu ne kadar derin ve saygılı! ” Ceylan
hoca da, edebiyat öğretmeni olmadığımı fakat diğer sözlerine katıldığını
söylemiş. Ceylan hoca, aralarındaki bu diyalogu bana aktarıverdi. Onur duydum
tabii. Çünkü Rasim Hoca kolay kolay herkese iltifat etmez, laubaliliği ve
gereksiz konuşmayı sevmez. Hele ki bir bayanla konuşurken son derece dikkatli
davranır, ölçülü bir mesafe koyarak araya, olası bir yanlış anlamaya mahal
vermezdi.
Aradan belli
bir zaman geçti. Bir gün yine böyle bir radyo yayını sırasında dinleyici istek
panosundan varlığımı anlayarak Messenger’ e davet etti. Şiirlerine yaptığım
yorumlar için teşekkürlerini dile getirdi. Ben de kendilerine teşekkür edilecek
bir durum olmadığını, şiirlerinin etkileyiciliği karşısında böyle bir yorumu
yazdığımı, bundan da son derece mutlu olduğumu ifade ettim. Messenger'daki bu
diyalog farkında olmaksızın uzadı, konudan konuya atlayarak şiir ve edebiyatta
yoğunlaştı. Benim Erzurumlu olmam, âşıklara – ozanlara ilgim nedeniyle
konuşmamız merhum Âşık Sefil Selimi ve Reyhanî’ ye geldi. Türküleri özellikle
de âşıklama türkü ve deyişleri sevdiğimi duyunca çocuk gibi sevindi, ışıldadı
gözleri. Kendisi de aynı şekilde halk türkülerini âşıklardan-ozanlardan
dinlemeyi sevdiğini, bu anlamda hemen her türkünün-deyişin kaynağından
edinildiği zengin bir arşive sahip olduğunu, istediğim takdirde arşivini
benimle paylaşabileceğini söyledi. Ardından da yaptığı radyo ve televizyon
çalışmalarıyla birlikte katıldığı etkinliklerden söz etti. Her ikimiz de
hesapsız kitapsız doğal, içten, dürüst ve insancıl bir dostluk bağlamında
edebiyat ve türkülerle dolu koyu bir sohbete girişmiştik. Karşılıklı saf ve
temiz dostluk duygularıyla yapılan bu sohbet, beraberinde hayata dair bir takım
soru ve yanıtları da getirdi tabii. Birbirimize içten ve dürüstçe sorular sorup
yanıtlıyorduk. Sohbetin bir yerinde sözü rahmetli eşine getirdi. O an öyle bir
âh çekti ki…
Eşine olan
sevdası, saygısı, sadakati sözle anlatılır gibi değildi. Görüntülü
görüşmemizde, sesindeki hüzünlü ton ve yüzündeki derin keder çizgileriyle eşini
çok erken kaybedişi karşısında duyduğu acıyı dillendirdi. Bu amansız hastalıkta
eşinin çok acı çektiğini, onunla birlikte kendisinin de aynı acıları bire bir
yaşadığını, gizli gizli ağladığını ve sonuna kadar onu yaşatmak için
çırpındığını söyleyerek, sustu bir süre yere indirdiği bakışlarıyla. Eşini
kaybettiğini kabullenmekte zorlandığını, onunla beraber büyüdüğünü, hayatın
yoklukları ve mesleğinin engebeli yokuşlarında birlikte direnip birlikte
kenetlendiklerini söyleyerek içimi kanattı. Ve çocukları…
En çok da
kendisine muhteşem evlatlar verdiği ve onları en güzel şekilde yetiştirdiği
için minnet duyuyordu eşine. Çocuklarıyla öyle gurur duyuyordu ki…
Bu arada
üstadın anlayışına sığınarak:” Neden çocuklarınızın yanında kalmak yerine
yalnız yaşamayı tercih ettiniz hocam? Bu acıyla dört duvar arasında yaşamak zor
değil mi? ” dedim. Üstat bu sorum karşısında şunları söyledi: “ Elbette
çocuklarım çok ısrar ediyor, damatlarım dünya iyisi insanlar, çocuklarımdan bir
farkları yok. Fakat ben kimseye yük olmak istemiyorum. Onlar çalışıyor,
gençler, hayatlarını yaşasınlar istiyorum, ayak bağı olmak istemiyorum. Bu
nedenle onları üzmeden geçiştiriyorum. Zaten sıkça ziyaret ediyor, bir takım
ihtiyaçlarımı gideriyorlar ama ben -çocuklarım da olsa- evimden ayrı, kimsenin
yanında kalamam. Evimde rahmetlinin hatıralarıyla daha mutluyum. “ Ben de: ”
İyi de üstat, kendinizi dört duvar arasına kapatmışsınız, bu durum iyi değil
ki! ” dedim. Üstat: “Evet ama içimden gelmiyor bir şeyler yapmak, hatta şiir
yazıp etkinliklere katılmak.” Sustum ve bir daha da bu konuya dönmedim. Çünkü
inanılmaz derecede acı çekiyordu, yaralıydı, kıyamadım…
Yine de
geçmişe dönük çalışmalarından bahsedince inanılmaz bir duygu seliyle mest
oluyor, yaptığı işten ne kadar mutlu olduğunu hissettiriyordu karşısındakine.
Anladım ki üstadı bu melankolik durumdan ancak severek, inanarak yaptığı edebi
çalışmalarıyla dostları ayağa kaldırabilir, hayata karışmasını sağlayabilirlerdi
yeniden.
Bu güzel
sohbetler hesapsız kitapsız yinelendi birkaç kez. Söyleşilerin başını çeken bir
başka nokta daha vardı ki, konuşurken üstadın yüzünde mutlu bir ifade
yaratmaktaydı. Evet, üstadı mutlu eden, adını andığı anda gözlerini ışıldatan dostlarının
başında gelen Ceylan hocaydı. O’ nu çok düşündüğünü, sağlığıyla ilgili
endişeleri olduğunu; bu nedenle bir takım tavsiye ve önerilerde bulunduğunu
fakat sözünü dinletemediğini söyleyerek, dostlarına verdiği kıymetle gözümde
daha bir büyüdü Rasim Hoca.
Ancak
aileden birinin sergileyebileceği bir duygusallık, bir koruyup kollama
güdüsüyle sahipleniyor, kolluyordu dostlarını. Öyle ki; “Ben Mustafa’ ya
sürekli söylüyorum, çok da kızıyorum. Yav bırak şu radyo madyo işini Mustafa!
Milletin kaprisiyle, sorunuyla haşır neşir olmak seni sağlığından ediyor. Sen
şiirlerini, yazılarını yaz, ne yapacaksın radyoyu? "Sözleriyle,
arkadaşının karşılaşabileceği sağlık sorunları karşısında kendisinin kayıtsız
kalamayacağını, böyle bir durumda duyduğu kaygıyı dile getirmekten
çekinmiyordu. Bir de, dostlarının ona “evlen artık, evlen…” diye ısrar
etmelerine kızıyordu. Zira merhum eşinin acısı hep taze, kanatıyordu yüreğini.
Saygı ve
sevgi ölçeğinde yapılan bu dostane sohbetler, zaman zaman ara verilse de devam
etmekteydi kendi mecrasında.
Bir gün
bir bayan arkadaşım beni (2007 yılı ağustos sonunda) Denizli, Bekilli’ de
yapılacak olan Üzüm Festivali’ ne davet etti. Aynı zamanda konusu üzüm veya
şarap olacak bir şiir yazarak yarışmaya katılabileceğimizi de ekledi. Zaman
daralmıştı ve benden istenen şiiri yazamayacağımı düşünüyordum. O akşamki radyo
yayını sırasında üstatla Messenger'dan konuşmaya başladık. Türkülerden,
deyişlerden, ozanlardan girerek sohbeti koyulaştırdık. Sözü festivale ve benden
istenen o şiire getirdim.
Dedim ki: “Üstat, ben şarap üzerine bir şiir
yazmadım da yazamam da. Bu nedenle gitmeyeceğim oraya. Fakat arkadaşım ısrar
ediyor. Hem arkadaşımı kırmayıp gitsem bile, söz konusu şiiri yazamam ki! Çünkü
bu konuda iddialı değilim.”
Rasim Hoca:” Hayır, gitmelisiniz, o şiiri de
yazmalısınız! Ben yazabileceğinize, bu konuda kabiliyetinize inanıyorum,
lütfen, siz de inanın kendinize! Sizde naif ve güçlü bir şairlik, ozanlık
kumaşı var, bütün mesele bunu işlemekte. Hadi bakalım, şimdi başlayabilirsiniz
yazmaya.”
Ben:” Sahi mi hocam, yazabilir miyim
dersiniz? Ama hiç yapmadığım bir şey! ”
Rasim Hoca:” Refika Hanım, ben inanmasam
söylemem, sizi de boşuna umutlandırmam. Şiir yazamayacak birine kibarca derim
ki:“ Sen git asıl mesleğini yap, boş ver şiiri miiri! Yani demem o ki, çekinmem
söylerim açıkça. Hadi, hemen şimdi başlayın ve ben de denetleyeceğim
yazdıklarınızı, eleştireceğim dürüstçe. Bunu sizi tanıdığım, inandığım ve saygı
duyduğum için yapıyorum.” Dedi.
Rengim atmıştı. Garip bir heyecan, bir güven
duygusu yayılıvermişti benliğime. Güç geldi sanki…
E, tabii,
hemen yazmaya koyuldum. Yazdıklarımı üstada açıklıyor, üstat da beni açıkça
sorgulayarak, hangi sözcüğü nerede, neden ve nasıl konuşlandıracağım konusunda
uyarıyor, zaman zaman da alkışlıyordu. Ne yalan söyleyeyim, ilk kez
heyecanlandım, gurur duydum böyle bir çalışmadan. Çünkü o süreçte kimseyle
böyle bir çalışmam olmamıştı. Rasim hoca, inandığı anda inandığı kişiyi öyle
güzel motive ediyor, öylesine özgüven aşılıyor ve yapabileceğine inandırıyordu
ki…
Şiiri
yazıp üstadın eleştirisine sundum. Olumlu onay alıp tamam dediğinde ise, tan
yerinin ağardığını fark ederek özür diledim kendisinden. Öyle ya, bu kadar saat
tutmuştum ekran karşısında, yormuştum hocayı. Büyük nezaketsizlik etmiştim.
Özür
dilenecek bir durumun olmadığını, kendisinin büyük bir keyifle çalıştığını, bu
durumdan asla rahatsızlık duymadığını, vaktin nasıl geçtiğini dahi anlamadığını
ve aslında bu çalışma ile benim kendisine iyilik ettiğimi, bir nebzecik de olsa
o melankolik havadan sıyrıldığını ifade etti. Teşekkür ederek sohbete son
verdik.
Bana saygı
duydu, inandı, güvendi, içini döktü ve telefonunu verdi. Hiçbir zaman kendisini
rahatsız etmeyi düşünmedim. İlk ve son kez yine bir öğretmenler gününde aradım
kendisini. Daha sonra ev taşıma ve buna bağlı koşuşturmalarım oldu, internetle
uzun bir süre ilgilenemedim. Bir ara üstat kayıplara karışmıştı. Ne Ceylan hoca
ne de bizler haber alamadık. Sonrasında Fransa’ ya gittiğini duyduk. Zaten
2008’ de “Radyo Güllük” de yayın süreci sekteye uğramış, kapanış kaçınılmaz
olmuştu. Bu süreçte ben de kendi mecrama çekilerek yürümeye çalıştım. Bu
nedenle görüşmelerimizde ister istemez bir kopukluk oldu.
Aradan
geçen zaman diliminde Rasim hocanın yeniden izdivaç yaptığını duyarak, çocuklar
gibi sevindik. Çünkü ancak bu şekilde hayata asılabilir, yeniden hız
verebilirdi edebi çalışmalarına. Rasim Köroğlu, sözle ifade edilemeyecek kadar
bilgili, hoşsohbet, saygılı, tertipli, duruşuyla beyefendi ve güven veren bir
insandı.
O'nu yüz
yüze ilk kez bu yıl yani 15 Mayıs 2014’ de Antalya Karatay Medresesi'ndeki Soma
Katliamına İthafen Müzik ve Şiir Etkinliği'nde, Sabit İnce üstatla birlikte
gördüm. Rahmetli annem henüz yaşıyordu ve rahatsızdı. Bir yere kıpırdayacak
halim yoktu. Ama Ceylan hoca, çok değer verdiğim bu iki dostun, iki üstadın
etkinliğe geleceğini, bu nedenle mutlaka katılmamı söyleyince kayıtsız
kalamadım. İçimden bir ses “git” diyerek, itti beni…
İçimde
beni iten bu dürtü garip bir duyguydu, izah edemediğim bir rengi, örtülü bir
gizi vardı sanki. Gecikmeli de olsa gittim. Rasim Köroğlu ile Sabit İnce dostu
görüp yanlarına gittim, tokalaştım” hoş geldiniz” diyerek sarıldım her ikisine
de. Bu güzel insanları görmekten duyduğum mutluluğu dile getirmekten asla
çekinmedim. Aynı içtenliği, aynı saygı ve dostluğu onlarda da görmenin
erinciyle yerime dönüp, kürsüye çıkan konukların konuşmalarını dinlemeye
başladım.
Bir ara
kürsüden üstadın adı anons edilerek çağrıldı. Gayet sağlıklı, neşeli ve dinç
bir görünümle kürsüye çıkıp konuşan üstat, dağarcığındaki bilgi, üslubu,
hitabet gücü ve kürsü hâkimiyetiyle dinleyenleri adeta mest etti. Bilgisi,
görgüsü, beyefendiliği, insan ruhuna hitabı, dinleyenlerle arasında kurduğu
sevgi köprüsü, dalga dalga yayılan o heyecan, alkışlar ve nasıl geçtiği
anlaşılamayan zaman… Konuklar üzerinde yarattığı o yüksek çekim gücünü
tanımlamakta güçlük çekiyordum. Yüzünde hiç bitmeyen ve karşısındaki insanı
rahatlatan tebessümü, o temiz ve aydınlık ifadesiyle insan, saygı duyamazlık
edemiyordu…
Anlatılarıyla
asla laubaliliğe, sıradanlığa geçit vermiyordu. Etkinlikte bulunan davetlileri
gözlemliyordum. Herkes huşu içinde dinliyor, yüzlerindeki coşku ve sevgi
ifadesiyle ilgilerini belli ediyorlardı.
Ne
gariptir ki bu etkinliğin ardından ne sevgili anacığımın dokuz gün sonra hakk’a
kavuşacağı ne de Rasim Köroğlu üstadın, son derece enerjik, sağlıklı
görünümüyle beş ay sonra bizleri bırakıp gideceği akla gelirdi! Demek ki
gideceğim göreceğim varmış kaderde! Ben o’ nu, bir Anadolu yiğidi olarak doğal,
samimi, saygılı, bilge ve beyefendi kişiliğiyle yüreğimin dostluk köşesine
konuk etmiştim, tıpkı adını andığım diğer dostlarım gibi. O'na çok inandık,
güvendik, saygı duyup sevdik; kardeşimizi, ağabeyimizi, babamızı, amcamızı
sever gibi, masumane ve çıkarsız…
Rasim
Köroğlu adı, ölümle yan yana getirebileceğim bir ad değildi. Bu gerçeği bilen
ortak bir dost olarak Ceylan hoca, titreyen sesiyle çekinerek ve alıştırarak
söyledi kara haberi telefonda bana. Daha saygıdeğer ağabeyimiz İsa Kayacan'ın
ebediyete intikaline alışamadan, onun moral bozukluğunu taşıyor iken aldığım bu
haberle nevrim döndü, boğazım düğümlendi ve daha fazla direnemeyerek koy verdim
kendimi, hıçkırıklara boğuldum duyduğum haberin gerçekliğine inanmak
istemeyerek.
Hiç mi hiç
yakıştıramadım, düşünemedim, aklımın ucundan bile geçirmedim ölümü…
Günümüzde çokça özlediğimiz, özüyle, engin
bilgisi, coşkusu, insan sevgisi ve saygın duruşuyla yeri doldurulamayacak ender
bir kişilikti. O’ nu ölümle yan yana düşünmekte hâlâ zorlanıyorum. Belki bu kadar
yakın bir tarihte, Antalya'daki etkinlikte enerjik ve sağlıklı performansıyla
görmeseydim yine de düşünür müydüm ölümle dansını, bilemiyorum!
İnce
fikri, dürüstlüğü, doğruluğu, bilgeliği, nezaketi ve farkındalığıyla gönülleri
fetheden üstat, hayatının en olgun, en yaşanacak döneminde gitti ve ben bu
erken gidişi izah edebilecek söz bulamıyorum! Hayat tam da bu olsa gerek! Her
ne kadar kendi irademizle ipleri elimizde tuttuğumuzu zannetsek de; bazen bir
bilinmez güçtür o ipleri tutup, halden hale koyan bizi.
O aydınlık
yüzünde gizlediği derin keder izleriyle sevdiklerinin, dostlarının gülen yüzü,
yaşam enerjisi oldu. Kim ne bilirdi içinde hiç durmaksızın kanayan yaranın
acıttığı yüreği? O yürek ki; gülen ayva dostlarına, ağlayan nardı kendine.
Sonsuz
yolculuğuyla bizleri kedere gark ederek içimizi acıtan bir güzel dostun, bir
güzel insan çiçeğinin, bilge bir üstadın, edebiyat ve Türkiye sevgisiyle dolu
bir kültür elçisinin yokluğu karşısındaki burukluğu sözle ifade edebilmenin
imkânı yok! Duyduğumuz derin acıya rağmen dostları olarak O'na, ardında
bıraktığı erdem izleriyle bir taç yapıp, onurla başımızda taşıyacağız ve en
azından bununla teselli bulacağız. Büyük bir sevgi halesiyle selamlaşıp,
şiirler okuyacak, karanlığın ötesindeki sese kavuşturacağız sesimizi.
Bizler çok
değerli bir dostumuzu, edebiyatımız bilge bir kalem erbabını, ülkemiz çok
kıymetli bir evlâdını yitirdi! Başımız sağ olsun…
Değerli
öğretmenimiz, şiir yürekli dostumuz, ozanımız Rasim Köroğlu'na Allah'tan
rahmet diler, aziz hatırası önünde saygıyla eğilirim.
Refika
Doğan
Antalya,
30 Kasım 2014